Baba-oğul gittiler daha önce, başka baba-oğullarla. Bana anlata anlata bitiremediler. Vahşî doğada vahşî kamp. Vahşî doğa dediğim Serengeti yahut Amazon Ormanları değil tabii ki de, yani elektriğiyle, duşuyla, lokantasıyla turistik kamping değil. Dağ başında. Tamamen kendi imkânlarınla.
Torunum babasına bastırıyordu, “Bir daha sefere dedemi de katalım ekibe” diye. Millet Temmuz’da yazlıkta, seyahatte, ekip kurulamadı, biz üç başımıza yola koyulduk. Dede (63), baba (38) ve torun (9). Üç nesil Devrim erkeği. Böyle bir maceraya kadınları sürükleyemezdik elbette.
Hazırlık epey sürdü. Önce Survivor Devrimler diye bir WhatsApp grubu oluşturuldu. Bilgiler, tecrübeler, öneri ve uyarılar paylaşıldı. Günler geçmek bilmedi, heyecan giderek arttı. Hazırlıklar tamamlandı.

Sonunda, geçen Cuma akşamı buluşuldu, dağlarda aç kalabiliriz diye Cadde’de (torunun seçtiği) berbat bir hamburgercide karın doyuruldu. Gece aynı evde kalındı. Torunla koyun koyuna uyundu. Sabah 6’da kalkıp 6.30’da yola çıkıldı.
Hedef: Sakarya Akyazı yakınındaki Sultanpınar Yaylası
Hesap yol üzerinde bir dinlenme tesisinde (düşünün bu yaşta başıma gelenleri) kahvaltı etmek. Ama tahminlerin aksine cumartesi sabahın köründe korkunç bir trafik vardı ve dinlenme tesislerinde de park edecek yer yoktu, duramadık bile.
Zar zor Akyazı’ya vardık. Alışveriş yaptığımız bakkal kahvaltı için yol üzerinde Altındere Alabalık diye bir yer tavsiye etti bize. Ortam muhteşemdi. Gürül gürül akan (sel sebebiyle ne yazık ki çamurlu) bir dere, yemyeşil bir ormanın içinde ağaçtan bir tesis. Karadenizli vatandaşlara ait olduğu için masalar dereye veya ormana değil, ortadaki otoparka bakıyor ama olsun. 🙂
B.tan bir serpme kahvaltıya adam başı 70 lira bayıldık. Tekrar yola koyulduk.
Gerçi bizi uyarmışlardı ama, yakın zamanda yağan sağanak ve sebep olduğu sel baskınları yolların canına okumuştu. Zaten yollar uyduruk şose hatta toprak. Göller, suyun getirdiği koca taşlar, çukurlar, lastik boyu çamur… Yollar köprüler kapalı. Tabii ki tek bir uyarı, yönlendirme yok. Görevli mi? Güldürmeyin beni. Zaten tek bir yol tabelası, tek bir işaret de yok. O kadar ki, bir köye girince “Selamın Aleyküm dayı! Bu köyün adı nedir?” diye sormak zorundasın. Biraz yüksek, biraz da ormanlık olduğu için tabii ki GPS hak getire. Eh bütün bu olumsuzluklara bir de yol sorduğumuz köylülerin tarif becerisi eklenince hedefimizdeki Sultanpınar Yaylası’na vardığımızda saat 13’ü geçmişti.
Meraların ortasından geçen çamurlu bir yoldan, gölcüklerden (göleklerden) birinin kıyısına vardık. (Galiba iki tane küçük göl var böyle yaylada.) İnanılmaz bir güzellik. Yemyeşil bir mera. Gölcüğe akan sayısız küçücük dere. Etrafta yemşeyil ağaçlarla kaplı tepecikler. Koyun sürülerinin melemeleri. İnek sürülerinin çan sesleri. Asıl, etrafta tek bir insan yok. Bir cennet yani.
Ama Dede’nin gözü (diyelim) bu ıssız yerde torunuyla kamp yapmayı yemedi. Baba’nın da içine bir şüphe düştü. Vahşî hayvandan değil, insandan korktuğumuz için.
Haydi tekrar yola koyulduk. Daha uygun bir yer aradık bir saat kadar. Torun sıkıldı biraz. Sonunda gene Allah’ın unuttuğu bir yerde park etmiş 10-12 araba gördük. Kamp yapmaya gelen aileler. Hem de hani mangalda ciger neyin yapıp çizgili pijamayla top oynayacak türden değil. İçlerinden biriyle sohbet edip izin aldık ve gölcüğe daha yakın, onlardan yeteri kadar uzak bir yerde, ağaçların ve çalıların gizlediği kuytu bir yer bulup çadırımızı kurduk.
Gerisi gelecek…